The Station Agent (2003), izleyenin ruhuna sessizce dokunan filmlerden biri. Çok büyük olayların olmadığı, neredeyse “hiçbir şey olmuyormuş gibi görünen” ama aslında insan ilişkilerinin en derin taraflarını açığa çıkaran bir yapım. Peter Dinklage’in oynadığı Fin karakteri, yalnızlığı neredeyse hayatının merkezine koymuşken, istemeden de olsa başkalarıyla bağ kurmaya zorlanıyor. Bu bana hep şunu düşündürür: bazen en çok uzak durmak istediğimiz şey, iyileşmenin tek yolu oluyor.
Filmin sade görselliği ve sakin temposu herkese göre değil; hız ve sürekli hareket bekleyen bir izleyiciye “fazla durağan” gelebilir. Ama işte tam da bu yavaşlık, karakterlerin göz göze gelişlerini, ufak tebessümleri, hatta sessizliklerini anlamlı kılıyor. Burada sessizlik, boşluk değil — bir duygu dili.
Kişisel açıdan bende bıraktığı iz, dostluğun bazen plansız, tesadüfen ve garip biçimlerde hayatımıza sızması. İnsanlara güvenmekte zorlandığım dönemlerde bu filmi düşündüğümde, küçük bir ihtimalin bile samimiyet yaratabileceğini hatırlatıyor bana.
Ciddi taraftan bakınca, The Station Agent aslında “ötekilik” üzerine de derin bir film. Fiziksel farklılıkların, kayıpların ve yalnızlığın insanı toplumsal anlamda nasıl soyutlayabildiğini gösteriyor. Ama aynı zamanda “farklılığın” yakınlık kurmanın önünde engel değil, çoğu zaman samimiyetin tohumu olduğunu da hissettiriyor.
Kısacası: büyük laflar etmeyen, küçük anların kıymetini bilen, ince ruhlu bir film.